Ömer Madra: AB ülkelerinin ikisinden Avrupa Anayasası’na ‘hayır’ oyu çıkması, Bush, Blair buluşması, vs. var dünya basınında ama hâlâ AB kararlarının sarsıntısı devam ediyor. Bu kararın arkasındaki ekonomik motif üzerinde biraz konuşmak istiyorduk.
Hasan Ersel: Evet. Ben olaya biraz farklı bir biçimde, biraz fazla iktisatçı gözüyle bakacağım. Bu işin tek boyutu olamaz ama ben bir konuya dikkati çekmek istiyorum. Hatta bunu bir kuramsal sorun olarak ortaya koymak istiyorum; İktisadi serbestleşme siyasal düzlemde liberalizmle çelişebilir mi? Hep tersi söylendiği için bu olmaz gibi geliyor. Bu ayrımı vurgulayabilmek için hep “iktisadi serbestleşme” deyimini kullandım. İktisadi liberalizasyon dememeye çalıştım, “Liberalizm” ile karışmasın diye. Aslında bu yeni bir görüş değil, hiç olmazsa kendi hesabıma 11 yıl önce bu konuyu yazdığımı söyleyebilirim. Başkaları daha önce de söyledi.
İktisadi serbestleşme ne demek? Piyasalarda çeşitli amaçla yapılan müdahalelerin kalktığı, piyasaların kendi hareketlerini daha serbest yaptığı bir düzene geçmek demek. Bunun yararlarının neler olduğu da tartışılıyor. Yararları olduğunu söyleyenler var, iktisat okulları var. Benim de bu görüşlere sempatim olduğunu da baştan belirteyim. Fakat bir noktaya dikkat etmek lazım, piyasalarda bu müdahalelerin azalmasının -müdahalelerin aklı başında yapıldığı varsayımı altında söylüyorum- bir anlamı ortamdaki riskin kişiler tarafından üstlenilmesi demek. Artık diyorsunuz ki, “bu riski sen üstlen; olgunlaştın artık”. Hani çocuk küçükken anne babası onu korur. Büyüyünce de “artık sen kendi başının çaresine bak” derler ya, onun gibi.
Korumacılık, kişinin üstlenmesi gereken riskin bir kısmının toplumsallaşması. Pratikte bunun anlamı ise kamu kesimi tarafından bu riskin üstlenilmesi demek. Bir örnek vereyim: Döviz kurunu sabit tutmak ne demek? Ülke paralarının değerleri arasında oynama tabiatıyla olacak. Ama bunu kişilere yansıtmadığınız zaman (kuru sabit tutmak) bu oynamadan doğacak olan riski (ve yükü) devlet üstlenmiş olacak. Dövizle iş yapanların, döviz kurundaki oynamadan doğan riskini devlet üstleniyor ve topluma yansıyor. Aynı şekilde işgücü piyasasında olan olaylarda da üstleniyor, emekliliğini garanti ediyor, böylelikle kişinin emeklilik gelirine ilişkin riski devlet almış oluyor. Kıta Avrupası’nın alışageldiği düzen bu korumacı gönenç (refah) toplumudur. Bu kötü bir şey de değildir. Fakat şimdi bu düzen öyle çalışamıyor, sıkıntıları var.
ÖM: Aslında bir anlamda ABD’de de 29-30 büyük ekonomik buhranından sonra, Rosevelt’in getirdiği, yalnız kıta Avrupa’sı değil Amerika’da dik âlâsının uygulandığı bir sistem, ‘new deal’.
HE: O da refah devletiydi gayet tabii. Avrupa bunu II. Dünya Savaşı’ndan sonra, daha da pekiştirdi. Hep İsveç’in düzeniyle özdeşleştirilene benzer bir düzen Avrupa’yı kapsadı; Almanya, Fransa böyle devletler. Buralarda insanlara belli bir güvence veriliyor.
Şimdi bu güvencenin azalması söz konusu. Bunun nedeni de sistemin, ekonomilerin gelişim çizgilerinden kaynaklanıyor, başka bir nedenden değil. Fakat ciddi bir olay. En somut göstergesi de işsizlik. Çünkü diğer konularda kurallar yasalar var. Demokratik sistem onları değiştiremiyor, ama böyle olunca kendini işsizlik olarak gösteriyor. Bu işsizlik devam edemez. Mali piyasaların arkasından işgücü piyasasında köklü bir reform yapılması gerektiği ortaya çıkıyor. Amerika arada bunu yaptı. Ama bu reform o piyasanın serbestleştirilmesi demek. Bu ise Avrupa’nın klasik gönenç devletinin kişilere sunduğu en önemli korumanın azalması demek. Yani ekonomilerin kendi dinamikleri toplumu korumanın azaldığı bir dünyaya doğru götürüyor. Bu birinci nokta.
İkinci nokta, AB’nin içinde bir konuya değiniyoruz, köklü bir yapısal değişiklik oluyor, birdenbire üye sayısı 25’e çıkıyor.
ÖM: Hatta 28’e çıkıyor.
HE: Evet. Üstelik bu yeni üyelerle çekirdek Avrupa arasında epeyce fark var, yapıları, ücret düzeyleri, çalışma alışkanlıkları, vs., iyi ya da kötü anlamında değil ama farklı. Önemli olan bir yenilik olması, bir şeylerin değişecek olması. Yani yeni bir dünya oluşuyor. Oysa, yenilikler, reformlar insanların algıladığı belirsizliği arttırır. Çünkü ortam artık aynı ortam değil; oyunun kuralları değişmiş. Üstelik oyunun kurallarını okuyarak anlayamazsınız, uygulayınca anlarsınız. Bu hepimiz için geçerli, ne kadar hukuk bilirsen bil, bir yasa değişikliğinin getirdiği düzen değişikliğinin uygulamadaki bütün sonuçlarını yaşamadan görmek olanaksızdır.
AB’de yaşayanlar için serbestleşmenin getirdiği bir belirsizlik artışı var, bir de buna yapısal değişimin getirdiği belirsizlik ekleniyor. Yani bu insanlar için belirsizlik belirgin bir şekilde arttı. Bu durumda insanların korunma gereksinimi artıyor, yeniliklere karşı durmaya çalışmaları artıyor, bence de olan bu. Peki insanlar nasıl davranıyor? Bir kere ilk düşündüğü “böyle değişiklikler olurken beni seçtiğim hükümet koruyamıyor, beni daha iyi koruyacak bir hükümet arıyorum” oluyor. Bence Fransa’da ve Almanya’daki tavır bu. Dikkat ederseniz bir tarafta bir merkez sağ iktidarı var, bir tarafta da sosyal demokrat iktidar var, her ikisi de bu çerçeve içerisinde “kötü” ilan edildi.
Ondan sonra bir ikinci nokta ortaya çıkıyor: “Benim seçtiğim, üzerinde etkimin görece çok daha fazla olduğu hükümet beni koruyamazken, bana yeni bir düzen öneriliyor, deniyor ki Brüksel’de bir AB hükümeti olacak, o hükümet seni koruyacak” Ama onun içerisinde başkalarının da oy hakkı olacak, temsili olacak, vs. ben zaten etkili olduğum yerde kendimi korutamazken, etkimin çok daha düştüğü bir yerde bunu nasıl yapacağım? Buna da pek sempati duymamam bana normal geliyor. O zaman da serbestleşmeye dayalı Avrupa genişlemesinin siyasal düzeyde korumacılığı güçlendiren bir sonuç doğurmasının mantıksal bir temeli var gibi görünüyor bana.
ÖM: Burada genel tepkinin mesela bir başka görünen nedeni de, AB’nin kendi tepelerinden karar almasına itiraz ediliyor, seçilmemiş bir takım bürokratların, mesela genetik bakımdan değiştirilmiş bir yiyecek mi yesinler, yemesinler mi konusunda doğrudan ülke karşı bile çıksa karar vermesine karşı bir tepki var. Bu da demokratik görünmüyor, belki sosyal hakların da gitmesinden korkuyorlardır insanlar.
HE: O sözünü ettiğin çerçeve içerisindeki o bürokratı, bir Fransız ya da Alman seçmenin etkileme şansı çok düşük. Kendi hükümetini ise çeşitli demokratik mekanizmalar, örgütler yoluyla etkileyebiliyor. Avrupa’nın demokratik bir yapısı olduğuna kuşku yok herhalde? Orada yürütemediği işi şimdi o bürokrat veya ona benzer konumda olan birisinin karar alacağı dünyada çok daha zor yürütmez mi? Zaten benim kendi sorunlarım artmış, ben önümü görmekte zorlanıyor ve korkuyorum, biri elimden tutsun istiyorum ve bana ta uzakta birini gösteriyorlar. Eğer ona ulaşabilirsem o yapacak. O zaman da bu dursun demez miyim? Ben derdim. Bu belirsizlik altında davranış sorunu.
Bu bana Türkiye açısından da çok ciddi geliyor. Türkiye serbestleşmeyi amaçlayan bir yapısal değişim programı uyguluyor. O halde Türkiye’deki insanların da benzer davranışlar göstermesi bu durumda normal. Fransızlar gösteriyor da Türkler niye göstermesin? Aynı şekilde düşünmez mi? Serbestleşiyor, beni daha evvel koruyan mekanizmalar kalkıyor şu veya bu nedenle, ne olacağı o kadar belli değil, üstelik bir de yapısal değişiklikler olacak, benim yaşamımı etkileyecek bazı kararlar alınacak. Bu durumda, korumacılık anlayışına prim veren siyasal görüşlere insanların eğilim göstermesi olasılığı yüksektir.
ÖM: Bu Türkiye açısından nasıl bir sonuç getirebilir?
HE: Gelinen bu noktaya bakarsak, eğer benim bu yaptığım çözümlemeden hareket edilirse, Avrupa’nın ciddi bir sorunu var. Türkiye açısından değişen bir şey yok. Ama Avrupa’da bir sorunun olması Türkiye’deki düşünme biçiminin biraz değişmesini gerektiriyor. Avrupa sabit bir yerde duruyor, biz oraya varacağız diye düşünemeyiz. Avrupa sabit bir nokta değil, değişmek zorunda ve görüyoruz ki değişecek. Ama bu değişme biçimini öngörmek çok güç, çünkü şimdiye kadar “eh böyle gideriz, devam eder” diyen Avrupa söylemi bu oylamalarla çökmüş oldu, yeni bir yol arayacaklar.
Avrupa bizim karşımızda da çok yalpalayacaktır, kendi işini çözebilmek için. Bu durumda Türkiye’nin kendisine uygun bir strateji uygulaması lazım, Avrupa’nın dalgalanmasından gelebilecek olumsuz etkileri en aza indirgeyecek biçimde bu müzakere sürecini ayarlaması gerekli. Yani Avrupa’nın konum değiştirmesinden dolayı Türkiye üzerine olumsuz etki yapabilecek konuları geriye bırakması lazım. Buna karşılık Türkiye’nin küreselleşen dünyada sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesi için yapması gereken reformları içeren kısmını öne alması gerek. Bunların Avrupa ile ilgisi yok. Bu da müzakere sürecinin nasıl yürütüleceğinin, yani hangi aşamada neyin yapılacağının çok iyi düşünülmesi, iyi de tartışılması gerekliliğini gündeme getiriyor. Umarım öyle olur.
ÖM: Yani şimdiye kadar AKP hükümeti kadar belirlenmiş bir stratejisi varmış görüntüsü veriyordu, AB’ye tam üyelik yolunda, gereken hem iktisadi hem de hukuki reformları yapma ve uyum sağlama açısından, uyum paketi denilen noktada. Peki burada bir yalpalanma göze çarpacak mı?
HE: Haksızlık olur çarpacak desek; ama “bekliyor musun?” diye sorarsan bekliyorum. Çünkü zor, o yüzden bekliyorum; hükümetle çok birebir bağlantı kurmadan. Fakat bunu çözmenin yolları var, iktisadi açıdan konuşuyorum, diğer alanları bilemem, yapılacak çalışmalar var, onlar yapılırsa yapılacak hatalar, sıfırlanamazsa bile, oldukça azaltılabilir. Orada çok yönlü ve eleştiriye açık çalışma gerektiriyor. Çünkü “ben böyle yaptım, bu doğrudur” dersek olmaz, birisinin de aynı derecede gayret gösterip, “o öyle dedi ama burası yanlış galiba, böyle yapsak daha iyi olur” demesi gerekli. Çok fazla da vakit yok. Yalnız Avrupa’daki bu gelişmenin Türkiye’ye bir avantajı da var, Türkiye ile ilişkileri onlar da çok hızlı götürmemeye çalışabilirler, Türkiye’nin her şeyi Eylül’e kadar bitirmesi gerekmeyebilir. Ama, Eylül’de, hiç olmazsa iyi düşünülmüş bir çerçeve ile gitmek, başlamak da çok yararlı.
ÖM: Bir de, AB’nin kendi içinde de tartışmalar ve dönüşümler beklenmesi, hele şimdi bu son oylamaların arkasından mümkün, dolayısıyla hataları da düzeltebilecek bir imkân da daha geniş, esnek bir çerçeve de doğuyormuş gibi görünüyor.
HE: Ama aynı süreci, aynı problemleri biz kendimiz kendi programımız içinde yaşayacağız, çünkü bizim uyguladığımız, bana sorarsanız uygulamak zorunda olduğumuz, program da serbestleşmeyi amaçlıyor, bu belirsizliği arttırıyor. Yapısal değişimi amaçlıyoruz, bu belirsizliği daha da arttırıyor. Bu da insanlarda koruma arzusunu arttıracaktır ve bunun da siyasal sonuçları olacaktır. Burada çözüm serbestleşme ya da yapısal değişimden vazgeçmek değildir. Bunların arttırdığı belirsizliği denetim altında tutabilecek önlemleri almak toplumsal güvenlik ağı oluşturma sorununu biraz daha geniş düşünüp bazı mekanizmalar tasarlayabilmek gerekiyor. Bunların hepsi gayret gerektiren şeyler.
ÖM: Yani koruma refleksi artacaktır. Bu da kötü bir şey değil aslında, eğer doğru dürüst serbestleştirme yapılacağına güvenmiyorsa, insanların koruma istemesi de çok doğaldır.
HE: Mesela serbestleşme kaotik bir ortam yaratırsa ne olabileceğini düşünmek için Weimer Almanya’sını anımsayalım. Türkiye o durumda değil tabiatıyla ama bir uç noktaya gönderme yaparak ne olabileceğine dikkati çekmek için söyledim.
(9 Haziran 2005 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)